Elimde şekerim, terasın parmaklıklarından etrafı seyrediyordum. Öğrenciler oradan oraya koştururken ben de kendi kendime bir şarkı mırıldanıyordum. Etraftan birkaç kişi bana garip garip bakıyorlardı. Onlara kocaman bir şekilde sırıttım ve el salladım. Hemen kafalarını başka yöne çevirdiler. Bu insanlar ne kadar ruhsuzdu böyle. Hafiften esen rüzgarla kafama bandana şeklinde bağladığım renkli kurdelem uçuşuyordu. Tam şekerimi bitirmiş, çubuğunu nereye atacağımı düşünürken bir çift kol arkamdan beni sarmaladı. "Uuu, ciao, tavşancık." Daha konuşmadan arkamdaki kişinin Julius olduğunu anlamıştım. Of, yine bir yığın saçmalık dinleyecektim. Eğer her saçma sapan bir laf edişinde ondan 1 Galleon alsaydım, şu an da zengin olmuştum. Ben çırpınıp ondan kurtulmaya çalışırken, o daha da sıkı yapışıyordu. "Julius ve April. April ve Julius. İsimlerimiz ahenkle dansediyor sanki, aşkımızın müziğinde..." İşte başladık. Çırpınmaktan başka ne yapabilirdim, bilemiyordum.
Televizyondan gördüğüm bir taktikle kendimi hızla geriye doğru ittirdim ve bu sayede Julius'un pençelerinden kurtulmuş oldum. Ona doğru döndüğümde yüzünde hala kocaman bir sırıtış vardı ancak ondan kurtulmuş olduğum için pek memnun gibi de değildi. Tekrardan bana sarılma ihtimaline karşılık tetikte bekliyorum. "Renkli bonibon şekerleri aşkına, Julius! Ne yapıyorsun, ya?" Elimi yüzüme doğru sallarken, boğuşmadan dolayı yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. "Aşkımız falan yok bizim, tamam mı? Az önce yediğim tüm şekeri üzerine çıkartmamı istemiyorsan, ellerini benden uzak tut." Genelde kızgın birisi değildim. Her zaman yüzümde bir gülümseme olurdu ancak Julius beni deli ediyordu. Onun yüzünden kısmetim kapanacaktı ya. Şimdiden birkaç kişinin bize baktığını görebiliyordum.