Annabelle Levitt
RP Yaşı : 15 Mesaj Sayısı : 32 Gerçek Adı : Damla.
| Konu: annabelle Paz Mayıs 26, 2013 10:40 pm | |
| Ad-Soyad: Annabelle LevittKarakteriniz1. Seçilmek istediğiniz bina(-lar): Ravenclaw, Slytherin, Hufflepuff2. Sınıf: V. Sınıf3. Kan Durumu: Safkan4. Karakteriniz ve Geçmişi: Alman asıllı büyücü bir aileden gelmektedir. Heloise ve Abelard çiftinin üçüzlerinden birisidir. Ailesinin kökleri büyücü soyundan gelmektedir. Yıllardır safkanlıklarını korumuşlardır ve bunun için gayret etmişlerdi. Ailedeki büyücülerin seçecekleri taraflara asla karışılmamıştır; Abelard Aydınlık tarafta yer alırken kardeşi Kulbart Karanlık tarafta yer almıştır. Ailenin temelleri zeka ve özgürlüğe dayanmaktadır. Onları bir arada tutan şey de budur. Aile üyeleri ne yaparsa yapsın yaptıklarının arkasında durmayı küçük yaşta öğrenmiştir ve bundan gurur duyarlar.
Annabelle kendisinin farkında bir kızdır, kardeşleri ile neredeyse aynı olsa da farkını ortaya koymayı ve hafızalarda yer edinmeyi daima başarmıştır. Kendisine kardeşlerinden birinin adı ile seslenilince morali bozulur ve onlara kendisini daima hatırlamalarını sağlayacak bir iz bırakacak kadar da kendisini önemli görmemektedir. Aslında tüm bunların nedeni üçüzlerden birisi olarak dünyaya gelmesidir. Çoğu zaman ailesine lanetler okusa da onlara hayranlık duymakta ve Levitt soy ismini gururla taşıdığını dile getirmektedir. Tüm bunların dışından oldukça mantıklı bir kızdır, davranışlarının bilincindedir, sadıktır. Ayna gibidir, ona ne yaparsanız o da size aynısını yapana kadar durmak. Hedeflerini daima yüksek tutar, en iyisini ister. 5. Güçlü: İksir.6. Zayıf: Tılsım.Örnek Roleplay- Spoiler:
Kirden ve kullanılmaktan solmuş, neredeyse yırtılacak bordo halıya bir canavarmış gibi sert ve öfkeli adımlarla eziyordu. Çevredeki insanların garip bakışları altında ezilmemeye çalışıyorsa da beceremiyordu. Titrek nefesini sıkıntılı bir şekilde serbest bıraktı. Bakmaları gereken yerler o kadar çoktu ki canını sıkmaya yetmişti. O soğuk altın pusulayı, sıcacık elleriyle tekrar buluşturması gerekiyordu. Yvonne’nin gözleri barut fıçısı gibiydi, Clementine ile bakıştıkları anda patlayacak. Belki de tek dostunu ok gibi sözleriyle yaralayacaktı. Ki Clementine sessizliğini bozmayacak, ona buğulu gözlerle bakıp sadece kafasını sallayacaktı. Kafasındaki düşünceleri halı altı ettikten sonra sahibinin Naya Gilmore olduğunu yazan teal rengi polyester çantayı ekose koltuklara saçtı. Aradığı burada da yoktu, lanetler okuyarak toplama zahmetine girmeden oradan ayrıldı.
Yaklaşık otuz çanta aramışlardı ama; yoktu. Trenin hareket halinde olması onları için bir şanstı, en azından hırsız buralarda bir yerlerdeydi. “Söylemiştim, bu görev bize lanetten başka bir şey getirmeyecek.” dedi duyulamayacak kadar kısık sesle. Derin nefesler alarak kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Burnuna birbirine karışmış parfüm, ter, yemek vagonundan gelen kokular geliyordu, hepsi birbirine karışmıştı. Clementine’ye olan öfkesi azalmıştı. Bu olayda sadece onun suçlu olmadığını adının Yvonne olduğu gibi biliyordu. Ama o böyleydi, suçu daima başkalarına yıkardı. “Bu kadar negatif düşünürsen böyle olur.” dedi sakince, derin bir nefes verirken göğsünden çıkan rahatsız edici hırıltıları duyabiliyordu Yvonne. “Var olacak eninde sonunda var olur. Bunu biz değiştiremeyiz.” dedi felsefi bir söz söylemiş gibi işaret parmağını zarif bir bilek hareketiyle havaya kaldırdı. Tüm bunları ortamdaki buzları eritmek için yapıyordu. Clem’in tiz kıkırdamasını duyunca kendini yumuşak yastıklara bırakmış gibi rahat hissetti.
Gözlerine kestirdikleri kompartımanın metal kapısını ardına kadar açtı. İçeride on beş on altı yaşlarında saman sarısı dağınık saçları olan bir çocuk ve yanında ise ondan en fazla iki yaş küçük kızıl saçlı başka bir çocuk duruyordu. Yüzünde kopan bir kolyeden dağılan inciler gibi rastgele saçılmış çiller onu daha ufak gösteriyordu. Ufak, domuz burnu gibi bir burnu onu itici yapmaya yetiyordu. Diğeri ise sıcaktan pancar gibi kıpkırmızı olmuş. Kızlar onlara korkunç bir canavar görmüş gibi baktı. Yaptıkları anons sayesinde insanları yemek vagonuna göndermişlerdi fakat bu iki çocuk hiçbir yere kıpırdamamıştı. Yvonne şaşkınlığını saklayıp gri kompartımanı terk etti. Nereden çıkmıştı bu iki ahmak, diye düşündü. Arkasını toplamayı Clementine’ye bırakmıştı. O da büyük bir bozguna uğramış bir şekilde kapıyı kapattı. Sesleri fısıltıdan bile daha kısık bir hal alarak konuşmaya başladılar. “Herkesin gitmesi gerekiyordu!” dedi öfkeyle inleyerek. Ayağını öfkeyle yere vurmuştu ama; çıkan ses trenin gürültüsüne yenilmişti. “Hiç bilmi…” konuşması çocukların kahkahalarıyla bölündü. Bunlar kahkahadan daha çok eşeklerin anırması gibiydi. Acaba birisi onları birer eşeğe mı çevirmişti. Yvonne içinden bunun gerçek olmasını diledi. Kapıya yaklaşıp dinlemeye başladılar. Kamufle olma konusunda oldukça iyilerdi, duyu organları diğer insanlara göre daha da gelişmişti. “Suratlarının aldığı hali gördün mü?” konuşması gülmekten fazla anlaşılmıyor boğuk çıkıyordu. Kızıl çocuk gözlerinden gelen yaşı turuncu parmak uçlarıyla sildi. “Bir de etrafta arıyorlar ya!” dedi alaycı bir kahkaha ile. Yvonne ile Clementine öfke ve nefret pelerinlerini giymişti. Yvonne’nin yeşil gözleri nefretle kırmızıya boyanmış gibiydi. “Hey versene şunu, neyin nesiymiş bakalım.” dedi elini uzatarak. Altın pusulanın üstüne yansıyan güneş ışınlarının yön değiştirmesi gibi davranışları değişti Yvonne’nin. Aynı duyguları Clementine’nin de hissettiğini biliyordu. Kırarcasına metal kapıyı açarak çocuklara acımasızca baktı. Yüzlerinde donup kalan kahkahalarını Yvonne tamamladı. “Ha-ha-ha!” dedikten sonra elini uzatıp dolma parmaklı çocuktan pusulayı sökerek aldı. “Sizler Artemis’in Avcılarına ait bir eşyayı çaldınız. Bu ne demek biliyor musunuz?!” dedi korkutucu bir sesle. İçinden onları parçalara ayırıp parçaların her birini farklı kılıca geçirip kılıçları kulübelerinin önüne saplamak istiyordu. Ama bunu yapması yasaktı, yapamazdı. Clementine’nin el hareketiyle geri çekildi. Öne doğru atılmak isterken Clem onu tekrar göğsünden durdurarak onu kompartımanın dışına attı ve çıkana kadar beklemesini emretti. Tüm bunların üzerine emir alması onu daha da çıldırtmıştı. Öfkeyle metal duvarlardan biriyle bütünleşti adeta.
“Onlarla nasıl anlaşabilirsin? Tüm bu yaptıkları cezasız mı kalacak!?” dedi öfkeyle sinirle solunda duran teneke kutuyu ince parmaklarıyla kavrayarak sıkmaya başladı. Öfke ve güç kırıntıları parmaklarından dışarıya süzülürken kendini bir nebze rahat hissediyordu. Kutuyu göremeyeceği bir hızla Clem’e doğru fırlatırken yüzünde çocuksu bir gülümseme yayıldı. Clem’in beyaz togası kolanın karamel rengi lekeleriyle süslenmişti. “Çocuk gibi mızmızlanmayı bırak artık. Yapacak bir şey yok. Ayrıca çocukları tanıyorum. Dönünce onları Kheiron’a şikayet edeceğim, sen merak etme. Kolay kolay kurtulamazlar.” derken teselli amaçlı elini Yvonne’nin geniş omzuna koydu. “Sanırım bu kıyafetlerle çok dikkat çekiyoruz. Onlardan bunları da aldım yani onlara aldırdım.” dedi kıkırdarken. Yvonne’ye doğru siyah deri ceket ve çivit mavisi kot fırlattı. “Bunun hesabını hem sana hem de onlara ödeteceğim.” dedi kotu elinde evirip çevirirken.
***
Son Durak: New Jersey. Ardından kısa bir zil sesi. Evet, beş saatlik sıkıntı dolu yolculukları sona ermişti. Artık görevleri adam akıllı başlıyordu. Elinde hiç ısınmayan soğuk pusula ile ilerliyordu. Clem’in yanı başında ilerlediğini fark ederken aklındaki düşünceler su üstüne çıkmaya başlamıştı; görev hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Artemis sadece bu pusulayı vermiş ve başarılar demişti. Şimdi nereye gideceklerini düşünürken insanlara çarparak ilerliyorlardı. Yolcular gayzerden fışkıran su gibiydi. Binlerce kişi ve hepsi birbirinden sinirliydi. Musa’nın Kızıldeniz’i yardırdığı gibi kızlar da insan denizini yararak ilerliyorlardı. Yvonne eliyle köşede dörtlüleri yanan mat kırmızı taksiyi işaret etti. Dışarıdan daha büyük gözükmesine rağmen içi ufacıktı taksinin. Vizon rengi döşemeler deri kokuyordu. Yvonne pusulaya tekrar bakacaktı ama vazgeçti. Pusulayı zorlayarak sol cebine soktu. İçinden bir ses ona nereye gideceğini söylüyordu. Tereddüt etmeden şoföre gidecekleri yeri söylemişti. “Barnegat Lighthouse State Park’a lütfen.” dedi hızlıca. Clementine ona karanlık kadar boş gözlerle bakıyordu.
Arabadan indiklerinde elli iki metre uzunlunda demirden yapılma deniz feneri onları karşıladı. Üstü kırmızı altı beyaz renkli bu deniz fenerinin Helios ile bağlantısını anlayamamıştı tam olarak. “Burası olduğuna emin misin?” dedi Clem kaşlarını oynatarak. “Evet, neden burası tam bilmiyorum ama aklıma bir iki şey geliyor.” dedi gözlerini Atlas Okyanus’una dikerken. “Denizcilere geceleri o bekçilik yapar, Güneşi aratmamaya çalışır. Ama pek beceremez. Apollon da öyleydi, Helios’un görevini aldı ama ona göre o da beceremiyor.” dedi yorgun bir sesle. Ama içinden nasıl böyle mantıklı bir cümle kurduğunu düşünüyordu. “Evet, doğruluğundan emin olmasak bile geçerli sayabileceğimiz bir neden.” diyordu Clem onaylayan bir sesle. "Şimdi, elli metre yukarıya çıkacağız ve onunla karşılaşacağız. Hazır mısın?" dedi Yvonne. Elini pusulaya götürdü ve son bir kez bakmak istedi. İbresi deniz fenerini gösteriyordu. İçinde heyecanla karışık korku vardı. Bulut gibi sarmıştı dört bir tarafını. Clem'in sabırsız mavi gözlerine bakarken ağır demir kapıya doğru ilerledi. Beyaz kapıyı kendine çekerek açabilmişti. Gıcırdayarak açılan kapı boş karanlığa açılmıştı. Metal yapının içi sanılanın aksine tahtaydı. Hızlı adımlarla sarmaşık gibi uzanan merdivenleri çıkmaya başladılar. Elleri ani bir durum için silahlarının üstünde duruyordu. Yvonne, Helios'un kaldığı yeri küçük bir yer olarak düşünüyordu. Bir deniz feneri ne kadar geniş olabilirdi ki? Clem ile olan bağlantısını kesmemeye çalışıyordu ama aklı içerideki Titandaydı. İçindeki ses bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Herhangi bir canavarla karşılaşmamıştı, başlarına gelen en kötü şey ise pusulanın kaybolmasıydı. Korku dolu yüzü iyice kasılmıştı. Kapı kendiliğinden açılınca kısa bir şok yaşadılar.
Burası aynı rüyasındaki gibiydi. Dışarıdan ufak olmasına rağmen içerisi beş araba alacak kadar büyüktü. İhtişamlı altın tahtına oturmuş yakışıklı adam kederli duruyordu. Bakışlarını kapıda duran ufak adama çevirdi. Tıknaz adam kızlara yılışık bir şekilde gülüyordu. İğrenç kirli ellerini ovuşturarak “Geçin, geçin. Lordum da sizi bekliyordu.” dedi gülerek, bakışlarını düşünceli adama çevirdi. Adam elini çenesine destek yapmış, gözleriyle onları takip ediyordu. “Geç kaldınız.” dedi alaycı bir sesle. Yavaşça ayağa kalkıp altın süslemeli pelerinini sert bir hareketle çekiştirdi. Yardımcısına doğru dönerek kızgın gözlerle baktı. Odanın ortasında bir kedi gibi büzülmüşlerdi. Clementine’ye dönerek “Ah, tatlım… Uyku konusunda hep böyle misin? Gelip birisi sizi kaçırsa haberiniz olmayacak.” derken kahkahası odada yankılandı. Cesaretini toplayıp konuşmaya başladı Yvonne. “Titan Helios, buraya size zeytin dalı uzatmaya geldik. Kurduğunuz saçma ve aykırı planlardan vazgeçmeniz gerektiğini ve o zaman size merhamet gösterilebileceğini söylemeye geldik.” Sert bir hareketle Yvonne’ye döndü. Davranışları, mimikleri üçüncü sınıf bir tiyatro oyuncu gibiydi; abartı ve yapay. “Annene ne kadar da çok benziyorsun. O da senin gibi kendine güvenirdi hep, yeşil gözlerindeki meydan okuma hayran bırakırdı beni.” Dedi hülyalı bir sesle. Sanki görüntüler gözünün önünden geçiyormuş gibi ellerini havada salladı. “Ama bana da benziyorsun. Artemis sana hak ettiklerini verdi mi? En fazla vıcık vıcık asalet akan bir teşekkür.” derken etkileyici olmaya çalışıyordu. Yvonne baştan beri gitmemekte haklıydı, babasıyla karşılaşmaya hazır değil. Clementine’ye özür dileyen bir bakış attı. Duydukları karşısında şaşıran kızın gözbebekleri irileşmiş, irisi ince mavi bir çizgi olmuştu. “Kapa çeneni Helios! Biz Artemis’e bağlıyız ve öyle kalacağız.” dedi şaşkınlığını yenen cesaretiyle. Sarışın kıza dönerek yalın ve gerçekçi bir sesle konuşmaya başladı. “Kan bağı kimi zaman bir ödül, kimi zaman da bir lanettir, sevgili kızım. Ama her ikisinde de asla kurtulamazsın, debelendikçe daha çok sıkar.” nasihat veren bir sesle konuşuyordu. Dalgalanan peleriniyle birlikte tahtına tekrar oturdu. Kızları incelemeye başladı. Yüz ifadeleri onu çok eğlendiriyordu. Dalgalı altın sarısı saçlarını karıştırdı. Önemli bir şey söyleyecek gibi hareketlendi. Yanında yardımcısı ellerini çırpmaya başladı. Tekrar sert bir bakışla sessizliğe gömüldü yarım akıllı adam.
|
|