AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

Paylaş
 

 i've been waiting for you.

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Helen L. Ambrosia

Helen L. Ambrosia

Mesaj Sayısı : 97
Gerçek Adı : what

i've been waiting for you. Empty
MesajKonu: i've been waiting for you.   i've been waiting for you. EmptyPtsi Haz. 10, 2013 3:00 pm

[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

12 sene önce, Londra.
Gözlerini açtığında, evdeki kurabiye ve çay kokusunu almıştı küçük kız. Heyecanla örtünmüş olduğu sıcak yorganı üzerinden attı ve koşarak merdivenleri indi, ama çok dikkatlice; çünkü babası böyle yapması gerektiğini söylemişti. Sonunda mutfağa vardığında, yüzünde kocaman bir sırıtışla masadaki kurabiyelere baktı ve arkası dönük olan annesine yakalanmadan masadan bir kurabiye aldı. "Henüz olmaz, Helen," dedi babası, memleketinin dili olan Yunanca ile söylemişti bunları. Helen, küçük elleri arasındaki kurabiyeye baktı önce, sonra da babasının şefkatle gülümseyen yüzüne. "Tamam. Bir tane alabilirsin ama başka yok, anneni bekleyeceğiz, anlaştık mı?" Helen gülümseyerek başını salladı ve kurabiyeden öyle büyük bir ısırık aldı ki bir an boğulacakmış gibi hissetti. Babası güldü ve kızının alnına bir öpücük kondurdu, ardından mutfaktaki işine devam etmek üzere işe koyuldu. Helen da babasına söz verdiği gibi, gizlice başka bir kurabiye almadan ev kapısının olduğu yere doğru koşturdu. Her sabah annesinin gelmesini beklerdi burada, bazen de yoldan geçen kedileri sever, onlara isimler takardı. Gittikleri zaman üzüntü ile ağlardı bir süre ve annesi ile babası onu yatıştırmak için ellerinden geleni yaparlardı, ancak o zaman kendine gelirdi. Babası Yunanca'dan başka dil bilmeyen ve Londra'da iş bulamamış genç bir adamdı. Yakışıklıydı, komikti ve dünyanın en iyi insanıydı. Annesi bir gece işçisiydi Helen'in, her gece gider ve her sabah gelirdi. Eve para getiren kişi o, evi temizleyip, yemekleri yapan da babasıydı. Helen'ın tüm hayatı neredeyse bir malikane kadar kocaman olan bu evde geçmişti, babasının peşinde, kedilerin peşinde koşturarak. Annesi, babası ile bir barda tanışmıştı. İkisi de birbirlerinin lisanlarını bilmiyorlardı ancak bu aşık olmaları için bir engel olmamıştı, tanıştıktan kısa süre sonra evlenmişlerdi ve Helen onların aşklarının sembolüydü. Bu ev Helen'ın annesine miras kalmıştı, tamamen onlara ait olan tek şeydi ve annesinin kazandığı azıcık parayla mutlu olabilmelerini sağlayan tek şey bu kocaman evin tamamen onlara ait olduğunu bilmeleriydi. Helen'ın annesi zamanla Yunanca'yı öğrenmişti, ancak aynı şey İngilizce öğrenmek konusunda son derece isteksiz olan babası için geçerli değildi. Ancak bunu küçük ailelerindeki kimse sorun etmiyordu.

Girişte oturup annesini beklemek üzere heyecanla kapıyı açtı Helen, ancak boş sokak yerine, kapıda annesi ve annesinin kolunda kendinden geçmiş bir adamı gördüğünde, şaşkınlıkla bir çığlık attı küçük kız. "Önümden çekil Helen, bu beyefendi çok ağır." Helen kenara çekildi, annesine tüm ağırlığını vermiş olan adama bakıyordu hala. O adam da kimdi? Artık onlarla mı yaşayacaktı? Annesi güçlükle içeri girdi ve adamı kapının yakınındaki küçük koltuğa bıraktı. "Damon!" Babası aradan geçen birkaç dakikanın ardından hızla merdivenleri inip yanlarına geldiğinde, tıpkı Helen gibi önce şaşkınlıkla yerde yatan adama baktı. Ardından da karısına. "Bu adam da kim?" diye sordu Yunanca ve adamın önüne eğildi Damon. Helen korkuyla sırtını duvara yaslamış, onları izlerken annesi de babasına cevap verdi. "İşten gelirken bir sokağın başında buldum onu. Yerde yatıyordu ve hiç de iyi durumda olduğunu söyleyemem. Bir şeyler fısıldadı ama anlayamadım... Sanırım pek de benim konuştuğum İngilizce'yi konuşmuyordu." Helen heyecanla öne atıldı ve "Korsan mıdır?" diye sordu. Korsanları çok severdi Helen. Onlarla ilgili her hikayeyi anlattırmıştı annesine ancak büyüyünce bir korsan olmak istediğini söylediğinde annesi ona kızmış, bir daha böyle bir şeyi söylememesini istediğini belirtmişti. Koltukta yatan adam aniden öne doğru doğruldu ve Damon'ın boğazına sarıldı, Damon Yunanca bir şeyler söyledi ancak Helen onların ne olduğunu anlayamamıştı, belki de babasının öğretmediği kelimelerdi. Bazen bazı kötü ve gizli kelimeleri öğretmiyordu annesi ve babası ona. 'Büyüyünce öğrenirsin nasıl olsa,' diyorlardı. Helen adamın yüzündeki kocaman yara izine baktı ve çığlık attı. Ardından ellerini ağzına götürdü ve başını öne eğdi çünkü elleri hala babasının boynunda olan adamın dikkati ona çevrilmişti. Annesi adama doğru gitti ve iki elini havaya kaldırarak, sakin bir sesle konuştu. "Sorun yok. Sana yardım etmeye çalışıyoruz. Şimdi kocamı bırak lütfen." Adam küçük kıza bakmaya devam etti bir süre daha, Helen korkudan ölebilirdi o sırada ancak o da adama bakmaya devam etti. Adam sonunda babasının boynunu bıraktı, Damon geri çekildi ve karısına öfke dolu bir bakış attı. "Başka biri onu alabilirdi, başka biri yardım edebilirdi ve başka biri saldırıya uğrayabilirdi! Ama sen aldın onu ve sen getirdin buraya. Şimdi geri götür." Annesi şaşkınlıkla kocasına bakakaldı, ardından merdivenleri çıkmaya başlayan Damon'ı takip etti hızla. Helen merdivene doğru baktı ve iç çekti. Bazen annesi ve babası kavga ediyorlardı çünkü tüm o nazik, şefkatli yapısına rağmen Helen'ın babası asabi ve öfkeli bir adamdı da. Helen annesi ve babası kavga ettiğinde hep gergin olurdu. Ayağa kalkmaya çalışan adama doğru yürüdü Helen, adam da onun gelişini fark ettiğinde hareket etmeyi bıraktı. Helen kalbinin neden bu kadar hızlı attığını anlamayarak yutkundu, korkuyor muydu? Şey, belki biraz. Ne de olsa babasına saldırmıştı az önce. Ama bu korkudan çok, heyecanın getirdiği bir kalp çarpıntısıydı.

"Hey, küçük kız," dedi adam, Helen'ın zar zor anlayabildiği bir İngilizce ile. Neredeyse hiç belli olmayan sapsarı kaşlarını çattı Helen ve adama biraz daha yaklaştı. "Korsan mısın?" Adam bir kahkaha attı ve hemen ardından acıyla yüzünü buruşturdu, yüzündeki yara çok can yakıcı olmalıydı. "Nereden anladın?" Helen heyecanla gülümsedi, sonunda bir korsanla tanışmıştı, gerçek bir korsanla! "Öyle olmanı ummuştum." Adam gülümsedi ve kıza çevirdi gözlerini tekrar. Upuzun sakalı ile saçı birbirine karışmıştı, buram buram içki ve tuz kokuyordu, giysileri eski püskü ve yırtıktı. "Bak ne diyeceğim, küçük kız? Bana bir bardak su getirir misin?" Helen başını salladı ve bağırışma sesi gelen üst kata istemeye istemeye ilerlemeye başladı. Korsanın gözüne girebilmek için her şeyi yapabilirdi o sırada. Babasının söylediklerini dinlemeyerek dikkatsiz, hızlı adımlarla çıktı merdivenleri ve masadaki sürahiyi aldı eline. Boş bardağa su doldurdu, yine hızlı adımlarla alt kata indi, yüzünde bu işi çabuk halledebilmiş olduğu için mutluluk dolu bir gülümseme vardı, ancak bu gülümsemenin yüzünde donup kalması çok sürmemişti. Koltuk boştu, kapı açıktı ve korsan orada değildi. Helen bardağı yere bıraktı ve hızla kapıya doğru koşturdu. Evin bulunduğu sokağı yarılamış olan korsanın sarsak adımlarına bakarken somurttu Helen. Ardından içeri girdi ve kapıyı kapattı, belki de tek hayali bir korsanla arkadaş olmaktı ancak ne yazık ki, bu gerçek olmamıştı. Annesi ve babasının kavgalarının çabucak sona ermesini umarak yerde bağdaş kurdu ve içi su dolu bardağı seyretti Helen.

Günümüz, Londra.
"Ben geldim, baba!" diye seslendi genç kadın. Ardından önce dikkatli, sonra da dikkatsiz adımlarla hızlı bir şekilde çıktı merdivenleri ve babasının odasına koşturdu. Adam elindeki fotoğraf çerçevesinden gözlerini zorlukla ayırdı ve kızını görünce gülümsedi. Babasının yanaklarına öpücükler konduran genç kadın, çerçeveye baktı yan gözle. Yaklaşık üç sene önce ölmüş olan annesinin bir fotoğrafıydı. Gerçek hayatta olduğundan daha mutlu gözüküyordu ve bu, muhtemelen babasının vicdanını rahatlatıyordu bir nebze de olsa. Annesinin ölümü üzerine ağır depresyona giren ve erken yaşta bunama hastalığına yakalanan babasına artık kızı bakıyordu, oysa eskiden ne kolaydı yaşam... Her sabah kurabiye kokusu ile uyanmak, kapıda annesinin gelişini beklemek ve sonra tüm günü onunla geçirmek. Gece uyumadan önce korsan hikayeleri dinlemek. On üç yaşına kadar bu güzel günleri yaşamaya devam etmişti Helen Ambrosia, sonra büyüdüğünü söyleyip durmuş bir sürü alışkanlığından vazgeçmişti. Ancak okula gitmek üzere dışarı çıktığında hep denizcilerin yanına gitmişti küçük kız, korsanların hikayelerini dinlemişti onlardan. Gençlik pınarını, denizkızlarını ve birçok yaratığı. Ama en çok da, o evlerine giren ve girdiği gibi çıkıp giden korsanı aramıştı gözleri. On beş yaşına geldiğinde, babasının ailesinden ona geçen bir gen ile kurt olduğunu öğrenmişti ve bu tüm yaşam tarzının değişmesine neden olmuştu. Denizcilerin yanına gitmez, limanlarda korsanını aramaz olmuştu. Ama unutmamıştı elbette, asla unutmayacaktı. "Artık biraz dinlen baba, dün gece hiç uyumadın, biliyorum." Babası o yokmuş ve hiçbir şey söylememiş gibi davranarak pencereye çevirdi gözlerini ve dışarıyı izlemeye başladı. Helen babasının elinden almış olduğu çerçeveyi yerine koydu ve sinirlerine hakim olmaya çalışarak odayı terk etti. İşten yeni gelmişti ve karşılaşmak istediği şey kesinlikle bu değildi. Her zaman, annesinin ölümünde sanki kendisi suçluymuş gibi muamele görmüştü babasından, bu haksızlıktı. Boynundan çıkarmış olduğu çantasını tekrar taktı ve yıllardır yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi, limana gidecekti. Her şeyimi benden çaldı, ancak bundan sonra buna izin vermeyeceğim. Küçükken babasına tapan bir kız olarak, şimdi babasından sık sık nefret etmesi son derece acı bir şeydi. Galiba ebeveyn ve çocuklar arasında olan şeydi bu, Helen bilmiyordu. Annesi bir cadı olan Helen, Hogwarts Cadı ve Büyücülük Okulu'na gidecekken, babası buna izin vermemiş ve annesinin deyimiyle bir muggle olmamasına rağmen, bir muggle okulunda eğitim görmüştü. Aptal çocuklarla, aptal insanlarla dolu bir binaya gitmişti hayatının yarısı boyunca.

Limana geldiğinde durdu ve gözlerini sıkıca kapatıp açtı. Burada olmayabilirdi, her zamanki gibi. Ama olabilirdi de. Gerçi, olsa bile son derece yaşlanmış olacaktı ve Helen'ın sonraki yıllarda küçükken yaşadığı o kalp çarpıntısının sebebini çözdüğü gerçeği göz önünde bulundurulursa, bu epey kötü bir şeydi. Korsan, Helen'ın ilk aşkıydı ve Helen'ın saplantılı bir şekilde yıllarca onu bekleyip, aramış olmasının sebebi de buydu. Önüne gelen ilk denizciyi durdurdu. "Şey, acaba buraya gelen bir korsan gemisi gördünüz mü?" Denizci gözlerini kısarak kıza baktı ve arkasını dönüp gitmeden önce cevap verdi. "Bir korsan gemisi arıyorsan, kızım, aptalsın demektir." Helen dönüp giden denizcinin arkasından öylece bakakaldı ve kollarını göğsünde birleştirdi. Sonraki birkaç dakika boyunca etrafındakilere bir korsan gemisi gelip gelmediğini sordu limana Helen, kendisini aptal gibi hissediyordu. Tam arkasını dönüp gidecekken, onu duydu. Asla değişmemiş olan o sesi, nerede olsa, ne zaman olsa tanıyacağı o sesi, korsanının sesini. "Bir korsan gemisi mi arıyordunuz, bayan? Yoksa bir korsan mı?" Helen heyecanla arkasına döndü ve aradan on iki sene geçmiş olmasına rağmen görüntüsünde hiçbir değişme olmamış olan adama bakakaldı. Nasıl olmuştu da bu kadar genç kalmayı başarabilmişti? "Evet. Evet ben..." Adama doğru bir adım attı Helen ve bunun kalbi için hiç de iyi bir sonuç doğurmadığını fark ederek olduğu yerde durdu. "Evet."


En son Helen L. Ambrosia tarafından Ptsi Tem. 08, 2013 8:41 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Theos Volantis



Mesaj Sayısı : 7

i've been waiting for you. Empty
MesajKonu: Geri: i've been waiting for you.   i've been waiting for you. EmptyPtsi Tem. 08, 2013 7:38 pm


Yaklaşık 37 sene önce, Londra.
Tertemiz bir kağıt misali başlayan hayatı, annesinin kucağında ve dışarıdaki havaya oranla sıcak şöminenin başında geçiyordu. Annesi henüz yirmi beş yaşına bile basmamıştı fakat şakaklarından alnına doğru yayılan, belirli bir düzen içindeki çizgiler bunu kanıtlar nitelikte değildi. Hiçbir zaman yaşıtları gibi sürekli çikolata, şeker, dondurma gibi abur cubur olarak nitelendirilen yiyeceklerden istememişti. Ki istese de bu, annesini üzmekten başka bir şeye yol açmazdı. Tek istediği şey annesinin daha iyi bir yaşam sürmesiydi, her çocuğun sahip olduğu tek masum dilek gibi. Sahip olduğu tek oyun gözlerini annesinin yüzünde kısa bir gezintiye çıkararak, örmekte olduğu yün kazağın ilmeklerine şişlerini geçirme zorluğuna göre değişen mimiklerini taklit etmekti. Babası çalışmadığı için, annesi bazen sabaha kadar bu işle meşgul olurdu. Küçük çocuk her şeye rağmen bundan hoşlanıyordu, annesinin yüzünü görmek ve yüzünün her kıvrımını aklına kazımayı seviyordu. Annesi o bunları yaparken, ara sıra gözlerini Theos’a çevirir, kafasını okşardı. Bunca sefil bir yaşama rağmen yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle, küçük çocuğun yüzünü aydınlatırdı adeta. Babası eve uğramadığı zamanlarda masallarda anlatılan mutlu aile tablosu diye nitelendirilen ilişkilere benzetirdi annesiyle olan ilişkisini. Belki bir kişi eksik fakat duyguları oldukça yoğun.

Babası kapıyı insani bir şekilde açmayı denemeyip, evi titretir derecede kapının tokmağına vurduğunda annesi küçük çocuğu, Theos’un odası olarak nitelendirilen depomsu yere götürür ve başına iki minik öpücük kondurduktan sonra odasına kilitlerdi. Kilit, duvara ve kapıya çakılmış çivilerin tuttuğu bir ip olmasına rağmen küçük çocuk kapıyı yerinden asla oynatamazdı. Pek de dayanıklı olmayan vücudu, bütün enerjisini bitirdiğinde ise çömelip sırtını kapıya yaslardı. İçeriden gelip kulağına savaş açan sesleri, gözlerini sımsıkı kapatarak kafasında bir sahneye dönüştürürdü. Kurduğu sahneler annesinin bağırma sesleriyle karışmaya başladığında ise oluşturduğu görüntüleri zihninde, gün içerisinde annesiyle yaptığı işlerin görüntülerine çevirirdi. Bazense o minik yüreğiyle annesinin ağlayışlarına dayanamaz ve henüz gelişmemiş ellerini yumruk yaparak kapıyı yumruklar, tekmelerdi. Fakat birgün annesinin çığlıkları havaya daha değişik bir şekilde yayılmaya başlamıştı. Her zaman duyulan “Yapma, vurma,” sesleri, “Beni oğlumdan ayırmayın, o gemiye gitmek istemiyorum,” olarak değişmişti. Küçük çocuk, yaşının getirdiği dezavantajla annesinin ne demek istediğini anlamamıştı ama annesinin sesindeki çaresizliği iliklerine kadar hissetmişti. Babasının sesinden daha kalın ve ciddi olan sesin ne demek istediğini pek algılayamıyordu. Olanları izlemek için kapının deliğini kullanmak istemişti, annesinin kapının deliğine tıkıştırdığı bir parça kağıt buna engel oluyordu. Yerden bulduğu bir çomağı deliğe sokup kağıdı ittirmeye başladığında, zaferin ona verdiği mutlulukla havaya sıçradı. Sol gözünü deliğe yasladığındaysa gördüğü görüntü tüm mutluluğuna ve o tertemiz kağıda siyah bir mürekkep dökmüştü. Babasının kafatasının büyük cüsseli adamın elinde olmasından çok, kafatasının alt bölümünden akan kanlardan etkilenmişti Theos. Bu görüntü gözlerini refleks olarak kapatmasına yol açsa da gözlerini ikinci defa aralamayı başarmıştı. Babasının kafasını saçlarından sıkıca kavrayan ele daha fazla bakamayacağını anlayıp diğer tarafa çevirdi gözlerini. Annesini yerde sürükleyen adamın yaptığı hareket daha katlanılabilir gözüküyordu. En azından annesi tek parçaydı. Annesini sürüklemeyi başaran adama rağmen ses çıkaramamıştı korkusundan. Küçük olmasına rağmen ses çıkarmasının bir işe yaramayacağını kestirmişti. Kapı kapanmadan önce babasının kafasını sertçe yere fırlatan adamdan çok, annesinin son kez kendisine bakışı etkiledi onu. Sanki annesi, onu izleyen Theos’u kapının ardında görüyor gibiydi. Asla ağlama der gibi. Babasının hala yerde dönmekte olan kafasına bakamayacağını anladığında her zaman yaptığı gibi yere çömeldi ve sırtını kapıya dayadı. Zihninde canlanan görüntüler annesiyle o gün ne yaptığıyl ilgili değildi. Bu kez annesini bir kraliçe olarak canlandırıyordu. Ne de olsa hep birinin onu götüreceği günü beklemişti. Götüreceği ve bir kraliçe gibi bakacağı..

Bir polis memurunun kendisini odadan çıkarmasıyla birlikte, üniformalı adamlardan duyduğu bazı kelimeler, anahtar kelime olarak beyninde yankılanıyordu; özgürlük, cinayet, varoluş ve korsan. Geriye kalan şeylerin özeti ise, maviliğinden eser kalmamış bir gökyüzü, karanlık tarafından yutulan bir çocuk ve anıların bulunduğu kanlı ev.

12 sene önce, Londra.
Otuzuna yeni basmış olmasına rağmen, kendisini seksen yaşında hissediyordu. Duyguları ve yaşantısı saçlarının belirli bir kısmını beyazlatmakla kalmamış, her insanın içinde az da olsa bulunan çocuk ruhunu da öldürmüştü. Yirmi beş yıl önce gerçekleşmiş olayların etkisini halen üzerinde hissediyordu. Her şeyi net olarak hatırlamasına rağmen, olay zincirini hiçbir zaman tam olarak çözememişti fakat olayları irdelemekten vazgeçmişti. İrdelememekle iyi yaptığını sanmıyordu. Ama olayları unutmaya çalışmak her şeyi düzene sokacakmış gibi geliyordu. Fakat her insanın içinde yalan olduğunu bildiği halde, asla yalan olduğunu kabul etmediği bir şey vardı; unutmak değil ama hatırlamamak mümkündü.*

Sol kasığındaki derin yaradan çok yüzündeki yaralar canını yakıyordu. Zira, üzerinde bulunan ve yıllara meydan okuyan palto kasığındaki yaranın soğuğa karşı daha dirençli olmasını sağlıyordu. Rüzgarın uğultusu kulağını ıskalamasına rağmen, yüzündeki yaralara bu kadar şefkatli davranmıyordu. Havanın bu adar soğuk olmasına karşın şöminede yanan odun parçası gibi sıcacıktı. Yüzü için de aynı şeyleri söyleyebilmeyi dilerdi. Artık yaşamayı istediğini sanmıyordu. Şuan, şu dar caddede ölmek istiyordu. Bacakları bile genç adama yalvarıyordu, onları daha fazla zorlamaması için. Bedeni kendi yaşındaki bir adam için oldukça kaldırılabilir olmasına rağmen, içinde taşıdığı yüklü duygular bile ıstırap çektiriyordu bacaklarına. Kendisini bu soğuğa karşı daha az güçlü hissetmeye başladığında vücudunu bir çöp gibi kaldırıma attı. Bu soğukta biraz daha duracak olursa, bedeni tarafından cezalandırılacağının farkındaydı. Yaklaşık on-on beş dakika sonra gözlerini köreltebilecek derecede parlak olan ışık –ışığa pek alışık olduğu söylenemezdi- genç adamın baygın durumuna bir dezavantaj olmuştu. Birkaç kelime söyleyebildi fakat yorgun vücudu cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden, soğuk karşısında yenilgiye uğradı.
Gözlerini, kendisinin anlamadığı belirsiz sesler eşliğinde araladı. Karşısında dikilen genç adamın ağzından saçılan tükürüklere ve sesindeki hiddete dayanamayacağını anladığında ellerini genç adamın boğazında buldu. Yanındaki genç bayan, Theos’a yaklaşmış acemi ingilizcesi sayılabilecek bir aksanla “Sorun yok. Sana yardım etmeye çalışıyoruz. Şimdi kocamı bırak lütfen,” dediğinde ellerini genç adamın boynundan aldı ve geri uzandı. Gözüne takılan küçük kıza ve yüzündeki solgun ifadeye bakarak gülümsedi. Yaşının oldukça küçük olmasına rağmen mükemmel bir yüzü vardı. Albino kişileri andıracak derecede sarı saçları ve kaşları genç adamın bakamayacağı kadar parlaktı. Büyük ihtimalle ebeveynleri olan kişilerin bağrışlarını duymamaya çalışıyordu. Theos, acaba ne düşünüyor diye sormaktan alamadı kendini. Annesi ve babası yukarı çıktığında bile, küçük kız yüzündeki şaşkın ifadeyi koruyordu. Genç adam zorla ayağa kalktı ve küçük kıza doğru yürümeye başladı. Böyle sevimli bir ufaklığa bu şekilde görülmek istemezdi. Fakat elinden başka bir şey gelmemişti. “Hey, küçük kız.” Küçük kız, Theos’a yaklaşırken kaşlarını çatmıştı ve o narin ses tonuyla genç adamı şaşırtan bir soru sormuştu. “Korsan mısın?” Bu sorunun şaşkınlığı karşısında bir kahkaha atan adam, korsan olduğunu anlayan küçük kıza baktı sevecenlikle. Yüz ifadesini sabit tutmak pek de kolay olmuyordu, yüzündeki yaralar oldukça can yakıcı haldeydi. Küçük kıza çaktırmamaya çalışarak, ses tonunu düzeltti ve küçük çocukların çizgi filmlerinde duyduğu o korsan aksanıyla konuşmaya başladı. “Nereden anladın?” Küçük kız, genç adama en içten gülümsemesiyle yanıt veriyor olmalıydı. Öyle ki gözlerinin içinin bile güldüğü hissediliyordu. “Öyle olmanı ummuştum.” Genç adam kendisini süzen küçük kıza karşı mahçup olduğunu hissetti. Bu eski paltoyla, özenilen korsanlar gibi göründüğünü pek sanmıyordu. Buradan gitme vakti geldiğini bu şekilde kestirmişti. “Bak ne diyeceğim, küçük kız? Bana bir bardak su getirir misin?” Küçük kızın penguenleri andıran paytak yürüyüşü o kadar hızlıydı ki, ayakları minik popozuna vuruyordu. Yarasına son kez bakan genç adam oldukça yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledi. Yapması gereken çok iş vardı, bu halde başkalarının da düzenini bozmak istemezdi.

Günümüz, Londra.
Limandaki işlerini hallettikten sonra biraz dinlenmeyi belki de iki şişe rakı içmeyi planlamıştı. Bir hafta önce büyük bir yolculuktan dönmüştü ve bu yolculuğun yorgunluğunu hala üzerinde hissediyordu. Dört gün sonra çıkacağı yeni ve oldukça büyük bir gezinin(!) hazırlıkları tamamlanmıştı; içkiler dışında... Her limanda sık bulunan büfe tarzı içki satılan yerlerden iki şişe rakı aldıktan sonra adımlarını gemisine yöneltti. Tam o sırada kulaklarına dolan ses, Theos’un yüzünde kocaman bir gülümsemenin yaygınlaşmasını sağladı. Yakınında bulunan tabureyi alarak genç kızın arkasına oturdu. “Şey, acaba buraya gelen bir korsan gemisi gördünüz mü?” Oldukça düzgün fizikli genç bayanın saç rengi, şüphesiz ki küçük genç kızı andırmıştı genç adama.

Denizcinin umursamaz yanıtı üzerine üzülen genç kıza doğru seslendi, içkinin etkisiyle kuru bir ses tonu vardı. “Bir korsan gemisi mi arıyordunuz, bayan? Yoksa bir korsan mı?” Heyecanla arkasına dönen genç kızın yüzünü görür görmez duyduğu şaşkınlıkla elindeki rakı şişesini yere düşürecekti az kalsın. Annesine ne kadar da çok benzemişti fakat annesinden çok daha güzeldi. Mimikleri ise aynıydı, her zamanki tatlı yüz ifadesini korumuştu. O masum ifade hiçbir zaman aklından silinmemişti. Tıpkı annesinin son bakışları gibi. “Evet. Evet ben...” Kendisine yaklaşan bedenden gözlerini ayırmaya çalışsa da ayıramıyordu. Bu iyiye işaret değildi ama bir süre sonra ayırmak istemediğini farketti. Genç kız durduğunda kendinden daha emin bir şekilde cevap verdi Theos’a. “Evet.” Genç adam elindeki rakı şişelerini taburenin yanıbaşına koydu ve genç kıza doğru ilerlemeye başladı. Anne ve babasının o günkü konuştuğu dil Yunanca olmalıydı. Yunanistan’a gittiğinde öğrendiği kısıtlı Yunanca’yla cevap verdi genç kıza. “Βρίσκοντας τι θέλετε, είναι μικρή.”**



    *Kelebeğin rüyası.
    **Aradığını buldun, küçüğüm.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Helen L. Ambrosia

Helen L. Ambrosia

Mesaj Sayısı : 97
Gerçek Adı : what

i've been waiting for you. Empty
MesajKonu: Geri: i've been waiting for you.   i've been waiting for you. EmptyPtsi Tem. 08, 2013 8:41 pm


Ona Yunanca cevap vermişti. Kalbini, ruhunu ısıtacak kadar tatlı bir sesle konuşmuştu adam, Helen hafifçe gülümsedi ve kendisini kaybetmemeye çalışarak, dengesini sağladı yeniden. Kaç sene geçmişti? Adam onu tanımış mıydı, yoksa herhangi bir kadınla konuşuyor gibi mi konuşuyordu kendisi ile? Önemi yok, ona anlatabilirim. Ona o küçük kız olduğunu anlatabilirdi, ve sonra kızabilirdi. Gittiği ve hayallerini yıktığı için, onu o kavga ve savaşın ortasında kalbi kırık bir şekilde bıraktığı için. Izdırap çekmeye doyamayan kalbi öyle hızlı atıyordu ki bir an bir an daha fazla ayakta duramayacağını hissetti Helen, hafifçe kaşlarını çattı ve gözlerini ovuşturarak başka tarafa baktı, kendisini daha iyi hissettiğinde döndü adama. Yüzünü inceledi dikkatlice, hiçbir sözcükle o anı, o harika anı mahvetmeden. Kirli, saçının birkaç kat koyu tonundaki sakalını okşamak istemişti genç kız, o sakalların ardındaki güçlü dudaklardan çıkan her söz kalbini eritebilirdi. Evet, bunlar onun zihninin uydurduğu şeyler değildi, adam oradaydı, tam karşısında ve tüm gerçekliği ile. Genç kadın derin bir nefes aldı ve bunun bir rüya olmamasını umarak yutkundu, belki de milyonuncu defa. Rüya olsa bile gördüğü en güzel rüya olacaktı, önemi yoktu. Adamın gözlerine baktı, ardından başı kemerli burnuna, sonra saçlarında gezdi gözleri... Sonra yine kalbinin yerinden çıkmasına neden olan o bir çift gözle buluşmak istedi genç kızın gözleri, kavuşmak istiyordu onlara, sonsuza dek bakmak ve asla ayrılmamak. Kucaklamak istiyordu onu, söz versin istiyordu, bir daha asla bırakmayacağına dair, ve istesin istiyordu, onunla birlikte mavi semalara açılmayı, kaçmayı, mutlu ve özgür olmayı istemesini istiyordu adamın. Bir anda kalbi nasıl böyle alevlenebilmişti? Nasıl böyle bir aşkla dolmuştu? Nasıl böyle hislere kapılabilmişti bir anda? Hayatında böyle şeyler hissetmemiş olduğunu anladı Helen bir anda. Hiçbir adam, hiçbir şey ona bunları hissettirmemişti, hiç kimse, hiçbir şey yapmadan, sadece yüzüne bakarak bu hislere kapılmasını, bu denli mutlu olmasını sağlayamamıştı daha önce.

Konuşamıyordu, konuşursa mahvederdi çünkü. Susuyordu, sessizce, rahatsız etmeden izliyordu onu. Kıpırdatmadan... Kaç dakikadır duruyorlardı öylece, kaç dakikadır izliyorlardı birbirlerini? Helen bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu. Ama bir türlü ağzını açmaya cesaret edemiyordu.

    Acı çekiyorum... Kayboldum. Onu unuturum sanmıştım, küçücük bir kız olduğum zamanlardan beri kalbim onda, ben ona hiç düşünmeden kalbimi uzattım, çok çok canım yandı ama önemi yoktu, kalbim artık ondaydı... Ama o kalbimi aldı ve çekip gitti, bir daha geri gelmemek üzere, beni o kocaman cehennemde, dört duvar arasındaki işkencede yapayalnız bırakıp gitti. Sevemedim. İstedim, çok istedim. Ama yapamadım. Sevdiğim şey, sevdiğim kişi o olmayınca sevmenin bir anlamı, bir güzelliği yoktu. Başka bir işkence, başka bir acıydı yalnızca. Kalbimi ondan geri almalıyım. Bana ait olanı geri vermeli. Ama o gözlere nasıl bakarım, o yüze karşı nasıl konuşurum. Nasıl ona 'Bana kalbimi geri ver, canımı çok yaktın,' derim? Nasıl bunları söyleyerek onun canını yakma riskine girerim? Ah, benim cesur denizcim? Neden gittin? Birlikte kaçabilirdik, birlikte olabilirdik, kalbimi ikimiz de kullanabilirdik, tek bir insan, tek bir vücut ve tek bir kalp olabilirdik... Ama sen, onu yalnızca sen kullanmak istedin. Öyleyse kullan kalbimi, sonuna kadar kullan. Son gücüne kadar, son hayat verici nefesine kadar kullan onu. Sonra da yanıma gel, zaten ölmüş olan, seni seven bu aptal kızın yanına gel ve bir daha başkasının kalbini çalma. Yalnızca benim kalbimi çal, yalnızca benim kalbimi sev, yalnızca onun verdiği nefesle hayat bul, yalnızca benim içimden bir parça ile yaşa. Ruhum, kalbim, her şeyim senin olsun. Ama yeter ki, en sonunda, her parçam tükendiğinde ve sen yenilerini aramaya başladığında, yanıma gel... Yeter ki sonunda yanıma gel ve elimi tut..."


Dudaklarını ıslattı Helen ve hafifçe esen rüzgar, beraberinde denizin ve özgürlüğün kokusunu getirdiğinde bile acı ve keder içinde çaresizce çırpınan kalbi sakinleşmedi. Ona dokunmalıydı, ondan güç almalıydı, ona söylemeliydi... 'Seninim,' demeliydi. Ama nasıl diyecekti? Yıllarca kendisinden uzak kalmış bir adama, onun yaşadıklarının on katı şey yaşamış bir adama söylediği sözler ne kadar önemli olabilirdi ki? Adam için onun hislerinin, yaşadıklarının ne önemi vardı? Ama önemi olmalıydı. Adam neden onu sevmesindi ki? Helen adamın artık onu küçük bir kız gibi görmediğini anlamıştı, göz göze geldikleri ilk anda. Ya da böyle olmasını ummuştu, bilmiyordu ve umursamıyordu çünkü her iki şekilde de, bu düşünce, adamın onu artık bir çocuk olarak görmüyor olduğu düşüncesi genç kadının içine güç dolmasını ve aşkını göğsünde, omuzlarında ve her yerinde taşırken ayakta, dimdik bir şekilde kalabilmesini sağlıyordu.

Adamın elini tuttu sıkıca, konuşmadan hemen önce. Çekip gitmesinden öyle çok korkuyordu ki, gözleri yaşarmıştı. Sesi titriyordu ve güçlü bir şekilde konuşacak takati yoktu, adamın karşısında acizdi, çaresizdi ve bunu çok büyük bir cesaretle kabul ediyordu. "Seni aradım hep," diye fısıldadı, sesi kırgın çıkmıştı. "Beni öylece bırakıp gittin ama ben senin beni bırakmak istediğine asla inanmadım." Derin bir nefes aldı, psikopat bir manyak gibi görünüyordu belki de, belki de adam ondan kaçacaktı ve bir daha asla görmek istemeyecekti... Ama aşık olan her insan böyle değil miydi? Helen'dan kaçacaktı belki, evet. Ama sonra aşk onu bulduğu ve acımasızca kolları arasına alıp, tüm benliğini, tüm ruhunu ele geçirdiği zaman Helen'ı anlayacaktı adam. Adamın kolunu bıraktı ve elini yavaşça yukarı kaldırıp gözlerinden akmak üzere olan yaşları sildi. "Belki de hastayımdır, bilmiyorum. Aklımı yitirmişimdir," diye mırıldandı. "İnsanlar böyle mi oluyor? Hayatları boyunca inandıkları tek şey karşılarına çıktıklarında, bunları mı hissediyorlar?" Soru soran gözlerle adama baktı Helen ve hafifçe yüzünü buruşturdu. Acı veriyordu... Tüm bunlar. Adam ise suskundu, Helen adamın bu kadar suskun olmasına şaşırıyordu. Denizleri aşmıştı, maceradan maceraya koşmuştu ancak Helen'ın söylediği hiçbir şeyi anlamıyor gibiydi. Bu durumda Helen ondan kalbini isteyemezdi, çünkü adam bile farkında olmadan almıştı kalbini! Helen şimdi anlıyordu. Hafifçe gülümsedi, eğer bilerek alsaydı, mutlaka geri dönerdi, asla onu yalnız bırakmazdı. Bilmeden çalmıştı Helen'ın kalbini ve bu yüzden geri dönmemişti... Suçlu değildi, ah, cesur denizcisi suçlu değildi! Hayatta kalma, canlı kalma arzusu ile bunu bilinci yaptırmıştı ona ve sonra geri dönmemesini söylemişti, bilinç... Ne acımasız bir canlıydı. Ne nankör, ne kötü... Sana kimi zaman istediğin şeyi yapman için izin veriyor, kimi zaman bunu yapmaktan alıkoyuyor ve kimi zaman seni öylece terk edip gidiyordu... Seni asla düşünmüyordu, tek umursadığı şey kendisiydi. Tek umursadığı şey, kendi rahatıydı... Helen yutkundu ve adama yaklaştı. "Beni hiç düşündün mü?" diye sordu, sorduğu soruları seçmiyordu artık, ağzından çıkanlar kontrolü altında değildi, hissettiği o işkence ve aynı zamanda dünyanın en tatlı şeyine bedel hislerin olmadığı gibi. "Beni bıraktıktan sonra, hiç düşündün mü? O küçük kız ne yaptı, nasıl yaşadı? Ben hep seni düşündüm." Helen iç çekti ve yavaşça adama doğru bıraktı kendini, kollarını boynuna doladı, yüzünü boynuna gömdü ve sıkıca sarıldı denizcisine.
Artık söyleyecek sözü kalmamıştı, onun kollarındaydı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Theos Volantis



Mesaj Sayısı : 7

i've been waiting for you. Empty
MesajKonu: Geri: i've been waiting for you.   i've been waiting for you. EmptyPaz Ağus. 11, 2013 10:17 pm


Genç kızın ağzından dökülen her kelime, kallbine dokunuyordu sanki. Genç kız, kendisinin hantal bedenini sararken; ter damlacıkları yüzündeki çizgileri takip ederek genç adamın boğulmasına yardımcı olmak istiyorlardı. Matem havası yayılmıştı dört bir yana. Gözleri umut saçan Helen -bu adı asla unutmamıştı,- ; artık solgun bakıyordu, o güzel gözlerden. Tıpkı otuz yedi yıl önce baktığı gibi. Yaşadıklarını genç kıza yaşatmış olamazdı, hayır. Saatler, belki de dakikalar süren bir görüşme hayatını değiştirmiş olamazdı. İç sesi kocaman bir kahkaha ile cevap verdi adama. 'Yapma, Theos. Senin hayatını değiştiren olay saniyeler sürdü.'  Boşta duran kollarını genç kıza dolarken, hiç değişmeyen saçlarının kokusunu derin derin içine çekti.  Genç kızın soluk alıp verişlerinde mutluluğu saklı gibiydi. Genç kızın soluğundaki ritim bozukluğu dahi, öldürebilirdi Theos'u. Bunu hissetmesinin nedeni kızın kendisine olan hayranlığından kaynaklanmıyordu, annesinden sonra ona değerli olduğunu hissettiren tek kişiydi küçük kız.  Aradan yıllar geçmesine rağmen, hiçbir şey değişmemişti. Aynı zamanda küçük kıza olan hislerini hiçbir zaman sorgulamadı, sorgulayamadı. Zira; bu işin içine birazcık girse, işin içinden çıkamayacaktı. Fakat bu bir çözüm olmamıştı. Genç kızın sorduğu soruyu düşündü, bir an için. 'Beni hiç düşündün mü?' Mimiklerine engel olmaya çalışarak güldü Theos. Genç kızın gözlerine bakıp, bir ses sanatçısına benzeyen ses tonuyla birlikte 'Daima aklında olan birini düşünemezsin, küçüğüm,' demek istiyordu. İçindekileri anlatabilse, içindeki her şeyi dökebilse Helen'e her şey bitecekti sanki. Genç kızı bedeninden ayırırken, kuru dudaklarını ıslattı diliyle. Dudaklarındaki rakı tadını bastırmak istermişçesine derin bir nefes çekti içine. Genç kıza bakarken istemsizce kıvrılan dudak kenarlarına engel olmaya çalışmadı bu sefer. Kurtulmak istiyordu içindekilerden. Kendine bile söylemeye korktuğu bir şeyin olmaması, ona da iyi gelecekti. Nefesini yavaşça dışarı bırakırken, ses tellerinin titreştiğini hissetti. He rşeyi haykıracaktı.

...

Sustu. Ağzında oluşan tükürükleri boğazından geçirirken, kafasını yavaşça öne eğdi. Tekrar nefes aldı, konuşacaktı ki.. Olmadı. Tabureye otururken, titrek parmaklarının arasına geçecek şekilde aldığı rakı şişesini başından aşağı dikti. Diğer eliyle karşıdaki tabureyi göstererek, oturmasını işaret etti genç kıza. "Düşünmek mi?" dedi tabureye oturmaya çalışan genç kıza  göz ucuyla bakarak. "Benimle alay mı ediyorsun, küçüğüm?" Yüzündeki gülümseme, genç kızın yüzündeki hüznü gördüğünde son bulmuştu. Onu üzmek istemese de, ona umut veremezdi. Eğer  biraz umut verse, her şey yıkılırdı. Kendinden bile sakındığı düşünceleri, genç kızı bu sefil hayata sürükleyebilirdi. Buna izin veremezdi. Genç kızın narin çenesine dokundu nazikçe. Kafasını kaldırırken bile genç kıza dokunmaya kıyamamıştı. "Πολύ μεγαλώσει, το μικρό.*" Genç kızın gözleri, gözleriyle buluştuğunda kafasını Helen'e yaklaştırdı genç adam. "Biliyor musun? Helen, Yunan mitolojisine göre Truva savaşına sebep olan kadındır. Efsanelere göre; eski Yunan putperest toplumunda, falan filan işte. Bana göre ise bunların hepsi hikaye." Yeryüzüne, göğe  karşın daha yakın olan parlak güneşi işaret ederken devam etti. "Fakat bana göre, bundan bile parlak bir ışık."



    *Çok büyümüşsün, küçüğüm.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Helen L. Ambrosia

Helen L. Ambrosia

Mesaj Sayısı : 97
Gerçek Adı : what

i've been waiting for you. Empty
MesajKonu: Geri: i've been waiting for you.   i've been waiting for you. EmptyPaz Ağus. 11, 2013 11:10 pm


Adamın sarılışına karşılık vermiş olması kızın kalbinin mutlulukla dolmasını sağlamıştı, gencecik kalbinin bu denli hızlı atmasını sağlayan adam ondan ayrılırken, az da olsa hayal kırıklığı ile de olsa adamın yüzüne baktı genç kadın ve yakındaki taburelere doğru yöneltilirken adamın dudaklarından süzülen sözcükleri dinledi. Theos şaşkın gibiydi ve bu Helen'ın ne yapacağını bilemez halde bir kaosun içine düşmesine neden oluyordu. Onu korkutmuş muydu? Eh, korksaydı şimdi yanımda olmazdı herhalde. "Düşünmek mi?" Theos'a bakan gözlerinin hemen üzerindeki sapsarı kaşlarını beklenti ile kaldırdı Helen, bunu bilmeye ihtiyacı vardı. Onu düşünüp düşünmediğini, Helen gibi hiçbir şeyi unutmamış olup olmadığını bilmek zorundaydı. "Benimle alay mı ediyorsun, küçüğüm?" Helen yutkundu ve nefes almaya çalıştı, yüzündeki beklenti dolu ifadenin yerini bir kabulleniş ve hüzün bulutu sarmıştı, şimdi ne olacaktı? Helen bu utançla yaşayabilir miydi? Hayatının geri kalanını yine Theos ile ilgili düşünerek geçireceği kesindi, ancak bu sefer onu düşünürken mutlu ve beklenti ve umut dolu olmayacaktı, hayır, onu düşünürken kendisinden nefret edecek ve her zaman bu utancın verdiği huysuzluk ile yaşayacaktı. Hastasın Helen. Hasta. Hastaydı gerçekten de. Ama hastalığının ne olduğunu bilmiyordu. Asosyallik? Psikopatlık? Takıntı? Aşk? Son sözcük zihninde arsızca süzüldüğünde dişlerini sıktı Helen ve huzursuzca bakışlarını başka tarafa çevirdi, kendi kendini bu utanç çukurunun içine düşürmüştü ve doğrusu, yanında olan Theos bile buna katlanabilmesini sağlamıyordu o sırada.

"Πολύ μεγαλώσει, το μικρό." Adam yeniden Yunanca konuştuğunda hafifçe, çocukça bir gülümseme ile baktı Theos'a Helen, ardından hemen yüzündeki çocukça gülümsemeyi silmek adına dudaklarını büzdü. Büyüdüğü doğruydu. Ama yeterince değil, diye düşündü Helen. Acaba şu upuzun hayatında nasıl kadınlarla tanışmış, nasıl kadınları kendisine aşık etmiş ve nasıl kadınlara aşık olmuştu adam? Helen onlardan biri olmak, sonuncuları olmak istiyordu. Ancak hala adamın gözlerinde küçük bir kızdı, bu açıktı. Belki de kim olduğunu söylememeli, gizlemeliydi, yalan söylemeliydi. Bunun çok şeyi değiştireceğinden emindi genç kız, bunun en azından Theos ile beraber olmasında daha etkili olan bir seçenek olduğunu anlamıştı şimdi. "Biliyor musun? Helen, Yunan mitolojisine göre Truva savaşına sebep olan kadındır. Efsanelere göre; eski Yunan putperest toplumunda, falan filan işte. Bana göre ise bunların hepsi hikaye." Helen hafifçe gülümsedi, isminin nereden geldiğini biliyordu elbette, adamın da bunun farkında olduğundan emindi. Theos ne anlatmaya çalışıyordu? Derin bir iç çekerken, hafifçe başını eğdi Helen ve dikkatli bakışlarını adamın yüzüne dikti. "Fakat bana göre, bundan bile parlak bir ışık." Helen adamın güneşi işaret etmekte olan parmağına baktı ve kaşlarını çattı.

"Buraya arkadaşça konuşmak için gelmedim," dedi kendinden emin bir sesle Helen. Sözcükler dudaklarından istemsizce dökülmüştü ancak buna rağmen son derece güçlü çıkmış olmalarına şaşırıyordu Helen. Sabırsızca ayağa kalktı ve ne söyleyeceğini bilemeden iki volta attı adamın önünde, sonunda gözlerini yeniden Theos'unkilerle buluşturduğunda, bir kez daha adamı son derece şaşırtmış olduğunu anlamıştı. Olduğu yerde durdu ve hafifçe gülümsedi Helen. Zaten yeterince rezil olmuştu, artık aklındaki ve kalbindekileri dökmekten çekinmesine gerek yoktu. "Theos, belki hasta bir düşünce gibi gelecek biliyorum. Ama seni gördüğüm andan beri hiç unutmadım, senin de beni unutmamış olduğunu umdum." Dudaklarını birbirine bastırdı ve adama doğru bir adım attı; sessizdi adam, yine çok sessiz. Bu sessizlik Helen'ı deli ediyordu. "Sen benim kurtuluşumdun Theos, benim kahramanımdın. Umutlanmamı sağlamıştın," dedi ve başını evine doğru giden yöne çevirirken yüzü tiksinti ile ekşidi. "O sıcak ve mutlu gibi görünen ama aslında hüzün dolu olan bok çukurundan kurtulmak için bir şansım olduğunu düşünmüştüm." Evet, Helen her zaman babasını ve annesini sevmişti ancak kaçmak, her zaman aklında olan bir yaramaz düşünceydi, her zaman yapmayı planladığı bir şey. Sanki kaçarsa her şey daha güzel olacaktı, her şey daha mükemmel olacaktı... Sabırsızlıkla iç çekti ve karşısındaki adama döndü tekrar. En azından aşkına karşılık vermese bile, onu tayfasına mensup olduğu gemiye götürebilir ve kaçmasına yardım edebilirdi. O zaman hem masmavi okyanusa kavuşmuş olurdu genç kız, hem hayalini kurduğu o korsan gemisine. Hem yıllardır beklediği aşkına, hem de ömür boyu düşlediği özgürlüğüne...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 

i've been waiting for you.

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: eğlence ekspresi :: Süpürge Dolabı :: Rp İçi :: 2. Sezon-