Ve gördüğüm son şey beyaz, parlak bir ışık oldu.
Hayır, hikayemin sonu bu başı değil. Olayları sondan anlatmaya bayılırım nedense. Ama bu sefer öyle olmayacak. Baştan başlıyorum. Bütün olayların tekrar yaşandığı o geceden başlıyorum. Bir ömrümüm daha aşk uğruna çöpe atıldığı geceden başlamalıyım, anlatmak acı verecek olsa da. Ve buna üzülsem de.
Sigara dumanından dolayı bulanıklaşan görüşümü düzeltmek için gözlerimi kırpıştırdım. Tenime yapışıp kalan sigara kokusunu atmam gerektiğini biliyordum. Saçlarımı omuzlarımdan geriye atarken çiçekli şampuan kokusunun biraz yayılmasına izin verdim. Nefes alamayacağım kadar havasız olan basık kumarhanenin barında oturuyordum. Uzun taburenin üzerine tünemiş mükemmel bir fiziğe sahip tek kız bendim. Neden burada olduğumu bilmiyordum.
Her gece bu saatlerde burada olan barmenler dâhil herkes beni tanıyordu, hiç değilse öyle sanıyorlardı. Onlar için kimseye yüz vermeyen, herkesi tersleyen bulaşılmaması gereken bir tiptim. Ama yine de gözlerini benden alamazlardı.
Taşların tıkırtısı, bardaklarda çalkalanan içkilerin sesi, hepsi birbirine karışıyordu. Bu ses kakofonisinin içinde berrak bir ses kulağıma çalındı. Gözlerim istemsizce sesin kaynağına kilitlenirken bir çift koyu yeşil gözün de bana kilitlendiğini fark ettim. Sadece normal biri, dedi zihnim. Onun bile sesi nefes nefese kalmış gibi çıkıyordu.
“Ben kazandım.”
Bu iki sözcüğüyle dikkatimi çelebilmiş, umursamaz benin yerine meraklı ve avcı kişiliğimi getirebilmişti. Derin bir nefes alıp içkimi kafama diktim. Soğuk içkinin boğazımdan aşağı kayarken bıraktığı his dışında hiçbir şey hissetmemeye çalıştım. Her zamanki kayıtsız halime dönmek istedim ama yapamazdım. Ona çok benziyordu. Meleğime benziyordu.
İçkimin yenisini almak için ayağa kalktığımda onun da ayaklandığını göz ucuyla gördüm.
“Benden bu kadar beyler, şansımı başka yerlerde deneyeceğim.”
Sözleri dudaklarımın şeytani bir hareketle yukarı kıvrılmasına neden oldu. İçimde kıpırdanan umut tohumlarını ezdim hızla. O değildi. Yeryüzüne beraber gelen ruhlarımız şimdi uzaklara savrulduklarını biliyorlardı. O bir melekken ve ben de insanken benim meleğim olmuştu. O güne lanet etmiştik ikimiz de. İkimizin de lanetlendiği gün o gün olmuştu. Onu kendimden çok sevmiştim, o da beni ve işler tehlikeli bir hal alınca onu düşürmüşlerdi. Sanki bir piyondu o, büyük amaçlar uğruna gözden çıkarılabilecek, kurban edilebilecek bir taştı sanki. Sinirin damarlarımdaki kanı hızlandırmasını bekledim. Ama bu konuların üzerinden asırlar geçmişti.
Ruhumuzun lanetlendiği günün üzerinden geçen asırlar gibi. Hala hatırlıyordum ama bu o kadar acı vermiyordu bana. Onu hatırlamak kadar değil. Her seferinde kahverengi saçlı, uzun boylu yakışıklı bir adam olurdu. Ve gözleri içinde kaybolunabilecek, yağmur ormanlarını anımsatan tonlara sahip bir yeşil olurdu. İşte en çarpıcı yanı buydu olayın. Gözler… Yıllar boyu değişmeyen tek şey, çarpıcılığını hiç yitirmeyen gözlerdi.
Barın önündeki bir tabureye tırmanırken gülümsemem yüzümden silindi. Barın deriyle kaplanmış uzun tabureleri ve kırmızı duvarları beni geriyordu artık. Nedenini bilmesem de ön taraftaki büyük pervazlı pencerelere bakmaya başlamıştım. Dışarısı serin gözüküyordu, hiç değilse buradaki aptal sıcak ve ter kokusu orada yoktu. Sigara dumanları yerine daha hoş kokular vardı belki de. Gecenin zengin aroması insan olduğumu düşündüren bir kokuydu benim için. Şimdi orada olmak için neler vermezdim ki. İç geçirip bacak bacak üstüne atarken bardağımı bara koydum. Söze gerek kalmadan barmen en sevdiğim içkiyle doldurdu bardağımı. Ruhumun yüzyıllardır yeryüzünde olmasının getirdiği az sayıda güzel şeyden biri de buydu, sarhoş olmam çok zordu. İnsanımsı bir yanım kalmadığı için onların etkilendikleri şeylerden de o kadar etkilenmezdim.
Kumar masasındaki adamlar genç adamın sözleriyle bakışlarının yönünü birleştirerek bana döndüler. Sonra içlerinden biri
“İyi şanslar sana o zaman.” Dedi ve alayla ekledi “Buna ihtiyacın olduğu kesin.”
Neredeyse hepsinin benimle zamanında ilgilendiğini düşündüm. Evet, onlarla ilgilenmemiş hatta dalga geçip özgüvenlerini kırmıştım. Ama umrumda değillerdi. Onların tek gecelik ilgisi için kendimi paralamayacaktım. Onların oyuncağı ise hiç olmayacaktım. Feminist düşünce tarzına geçtiğim birkaç ömürdür bu yolda ilerliyordum. Onlar sadece insanlardı. Benim gibi biri onların yakınındayken tehlikede olan kırılgan varlıklardı.
Bu düşünceyle dudaklarım bir kez daha yukarı kıvrıldı. Hatta bu sefer dişlerimin gözüktüğüne bile eminim. Dudaklarımı birbirine bastırarak rujumun düzgünce dağılmasını sapladıktan sonra temiz bardakta kırmızı izler bırakarak içkiyi kafama diktim. Bardağı biraz sert bırakmış olmalıyım ki herkes önüne döndü. Tam bu sırada yanımdaki taburede belirdi genç adam.
“Küçük bayanın içkisini tazeleyin.” Dediğinde dudaklarımdan bir kahkaha çıkıverdi. Bütün kumarhane bize dönmüştü tabii. Birden bütün o taş tıkırtılarının, ağır küfürlerin kesildiğini duydum. Bu melodik sesi ilk kez duymuşlardı. Onları geri çevirir, bazen küfrederdim ama ilk kez kahkaha atıyordum, bu onlar için yeniydi. Genç adamın sözleri masumdu. Ama bakışlarında gördüklerimin öyle olmadığını anlayacak kadar iyiydim insanları tanımada. Dudakları çekici bir şekilde yukarı kıvrıldı ve ben yine hafızamdaki erkeği gördüm onda. Her ömrün sonunu getiren hareketlerini düşündüm. En çok onlar aklımda kalırdı zaten.
Nasıl bitti öbür hayatım? Bu soru ilk önce belirirdi zihnimde. On altı yaşıma girdiğim saniyede hatırlardım her şeyi. Ondan önce normal bir çocukken o saniyede değişirdi her şey. Mumları üflerken olurdu bazen. Kendimi yere düşmüş bulurdum hatırlarken bedenimde olmazdım çünkü.
Ruhumun yeniden doğuşunu hiç hatırlayamazdım ama. Ora hep gizli kalan yer olurdu, hep unutulan, unutulmaya mahkûm tek anı parçası oydu. İç çekerek dünyaya döndüm. Hala genç adamın gözlerine bakıyordum. Yüzümün buruşmasına anlam veremeyerek bana bakıyordu. Barmen bizi izliyormuş gibi görünmemeye çalışarak içkimi tazeledi. Küçük bir yudum alıp konuşmasını bekledim gencin. Sözleri onu reddederken kullanabileceğim yegâne şeylerdi. Dalga geçip onların siniriyle eğlenebilmem için konuşması gerekiyordu.
O da içkisinden bir yudum alıp beni izlemeye devam etti. Bundan rahatsız olmuştum. Genelde gelir, konuşur, sarkıntı olur, bozulur giderlerdi ama bu genç sanki bundan keyif alıyormuş gibi beni izliyordu. Yaşça benden bir iki yaş büyüktü belki ama ruhunun benden yaşlı olamayacağını biliyordum. Bunun için gülmüştüm sözlerine benden bahsederken kendinden küçük olduğuna emin olduğu birilerinden söz eder gibi konuşmuştu. Bakışları gittikçe yoğunlaşıyor muydu, hayal mi görüyordum?
Hafiften öksürüp bir yudum daha aldım içkimden. Bakışlarına karşılık verebileceğimi düşünmüyordu besbelli, bunu normal bir kız yapamazdı zaten. Tehlikeli ve iyi karşılanmayacak bir hareket olurdu. Ama benim gözlerim onunkine kilitlendiğinde biraz şaşkınlıktan başka bir şey görmedim. Bu şaşkınlık beklediğimin altındaydı, hem de çok. Ama şaşkın gözükmemeye çalıştım. Belki de ifadem onu eğlendirdiğindendir bir kez daha gülümsedi.
O sırada kanat seslerini duydum. O sesleri duymayalı çok uzun zaman geçmişti. Yaklaşık yirmi üç sene… Bir senesi, diye düşündü zihnim, Bir senesi bekleme süresi, yeniden doğuş süreci. Sesle beraber neler olduğunu anladım. Ama zihnim kabul etmiyordu. Hala gözlerim gözlerindeyken adam kolumu yakalayarak beni kenara çekti. Barmen kahve makinesinin yanında, kumarhanenin öbür ucundaydı. Kahve makinesinin neden orada olduğunu düşündüğümü hatırladım birden nedense. Daha çok çıkarken kahve içerdi müşteriler bu nedenle çıkışa yakındı makine.
Genç adam kolumu nazikçe tutup beni hem kendine doğru hem de bu sayede kenara çekerken büyük bir dizi kırılma sesi geldi. Daha doğrusu patlama sesiydi bu. Barın arka tarafına dizilmiş eski şarap şişeleri bir anda patlamıştı. İki büyük kırık cam az önce oturduğum taburenin derisini delerek oraya saplanırken donakaldım. Kanat seslerinin belirmesiyle aynı anda gerçekleşmiş olmaları tesadüf değildi. Hem de hiç…
Yanımdaki adamın kollarının arasında bulmuştum kendimi. Beni oradan çekmeseydi ikimizde delik deşik olacaktık. Gözlerimi az önce oturduğumuz yerden zorla ayırırken bir kez daha gözlerine baktım ve o olduğunu anladım. Az önce yaşadığımız garip sahnenin ardından hiçbir insanın yapamayacağı kadar normal bir ifadeyle bana gülümsedi. Gözlerinin içine kadar… Yutkunarak geri çekildiğimde ise donakaldı. Bunu daha önce hiç yapmamıştım. Hiçbir ömrümüzde, hiçbir zaman…
Sonra kolunu bu sefer ben yakaladım ve kısık, neredeyse korkmuş bir sesle,
“Benimle gel. Arka kapıdan çıkalım.” Dedim. Gülümsemesi yerine dönerken onu sürüklediğim yere geldi. Metal kapıyı iterken çıkan gıcırtıya içeridekilerin şaşkın sesleri karıştı. Neler olduğunu anlamamışlardı ama olan şey meleklerin yine bize müdahale etmesiydi. Birbirimizi yeniden bulmuş yine bir olmuştuk. Bunun kaderin oyunu olduğunu düşünmüyordum artık, tesadüfî değildi. Ayarlanmıştı.
Arka kapı yangın merdivenlerine açılıyordu. Metal merdivenlerden bir kat çıkıp kapıdan çıkabilirdik. Kanat seslerini duymuyordum ama bu burada olmadıkları anlamına gelmiyordu.
Tepemizde bir yerde üzerimize tuğla düşürebilirlerdi. Canımızı almak için ne gerekiyorsa yapacaklarından şüphem yoktu. Merdivenlerden çıkmak için davranınca elimden yakaladı.
“Neden her defasında böyle garip yerler seçersin ki?” dedikten sonra elleri belime dolandı. Ona ben seçmedim, demek istiyordum. Ama ben seçmiştim. Her gece aynı yerde olarak tehlikeye davetiye çıkaran bendim, yine. Bundan önce de olmuştu bu olaylar. Her defasında ilk saldırılarında ölmüştük ama bu sefer öyle olmamıştı.
Dudakları dudaklarıma değerken dünya silindi. Sadece o vardı aklımda. Hep de o olacaktı. Hiç kaybolmayan tek hatıram oydu. Daha önceleri ne olduğumu bilmiyordum ama o hep zihnimdeydi. Küçükken bile beni koruyan melekleri yeşil gözlü kahverengi saçlı hayal etmemiş miydim? Tek gerçeğim oydu ve hep o olacaktı. Kanat seslerini tekrar duyduğumuzda aynı anda geri çekildik. Merdivenden hızla çıkarken elini tutuyordum, onu kaybetmek istemiyordum, bir kez daha. Binlercesine yeni bir anı eklemek istemiyordum. Ne ölmek istiyordum ne de onun ölümünü izlemek…
İkimiz de kapıdan geçerken merdivenler sağır edici bir sesle bükülmeye başladı. Ayağım sağlam yere basıyordu iyi ki. Zaten birkaç saniye içinde yan binanın tuğlaları merdivenlere yağdı. Arkamıza bakmadan koşarak kumarhanenin önüne çıktık. Arabam oradaydı. Siyah dikkat çekmeyecek bir araç olabilirdi ama bizi izliyorlardı, hepsi birden.
Anahtarları deri ceketimin cebinden çıkarıp eline tutuşturdum. Bana anlamamış gibi bakarken kısık ama onun rahatça duyabileceği bir sesle,
“Umarım hatırladığım kadar iyi bir sürücüsündür.” Dedim. Gülümseyerek bana baktıktan sonra kilidi açıp sürücü koltuğuna geçti. Ben de vakit kaybetmeden ön koltuğa oturdum ve arabam yolun üzerinde kaymaya başladı. Hala mükemmel bir sürücü olduğunu biliyordum ama bu kadar kolay ve hızlı gidebildiğini unutmuştum. Belki de kaçabilirdik onlardan. Belki de sonsuza kadar gidebilirdik. Uzun süre yemek yemeden ve su içmeden gidebilirdik. O yanımdayken bu sorun olmazdı. Uzanıp yanağına bir öpücük kondurdum. Bana bakıp en sevdiğim gülümsemesinin gönderdikten sonra yola döndü. Ormana giden yola sapınca ne yapacağımızı anladım.
Kaçıyorduk. Onlardan kaçabileceğimizi düşünüyorsa bu mümkündü. Eğer o buna inanırsa yapabilirdik. Derin bir nefes verip arkama yaslandım. Ceketim beni terletiyordu, zaten adrenalin beni sıcak tutarken cekete ihtiyacım yoktu. Ceketi çıkarıp arka koltuğa attım.
“Ben Juno.”
İsmimi söylemek garip gelmişti. Zaten birbirini tanıyan iki insanın birbirinin adını öğrenmek istemesi nasıl garipse aynen öyle. Belki de bana uzun süre boyunca sesleneceği isim bu olacaktı. Bir tanrıça ismi… Uzun bir süre olacağını umut ediyordum. Uzun olsun, uzun olmalı, diye haykırdı zihnim. İlk saldırıdan kurtulduk ve ikincisinden de, neden olmasın?
“Ben de Boreas” dedi. Mitolojik isimler, diye düşündüm. Tesadüf müydü? Bu asırda kim çocuklarına böyle isim veriyordu ki? Poyraz, değil miydi mitolojideki yeri? Juno’nun Gök Tanrısı’yla evli olduğunu biliyordum. Ve o da Gök Tanrılarından birinin adını almıştı.
Bir kahkaha daha atarken camımı açtım. Serin gece havası yüzüme çarptı. Ormanı görüyordum. Vahşi doğanın buradan itibaren başladığını söyleyen uyarı tabelalarını da geçince orada olacaktık. Ve daha sonra belki de bütün dünyayı dolaşmamız gerekse de dolaşacaktık. Ormanın haritasını gözümün önüne getirdim. Ormanın sonuna doğru bir demir yolu olacaktı. İstasyondan uzakta olduğumuz için trenler son hızla geçerdi buradan. Hayvanlar bile uzak duruyordu artık, yük trenleri insan taşımadıkları için iyice hızlandırılmıştı. Bir hayvanın demiryoluna çıkması feci kötü bir ölüme yol açıyordu. Birkaç gazete haberi hatırladım, bir kaplan kalmıştı en son galiba. Ölüsü iki kilometre boyunca yayılan kürk ve kan yığınından baka bir şey değildi. Fotoğraflar bile kusturucu nitelikteyken oranın nasıl temizlendiğini düşünmek istemiyordum.
Görüntüleri aklımdan silmek istercesine camdan dışarı baktım. Vahşi rüzgar ormana girdiğimiz anda kahverengi saçlarımı uçurmaya başladı. Taşıdığı çam kokusunu içime çekerken neredeyse zevkten bayılacaktım. Yırtıcı kuşların çığlıkları, rüzgarın uğultusu hepsini duyabiliyordum. İçimde oluşan sıcak soğuk bir duyguyla sarsıldım. Koyu yeşil ve koyu kahvenin karışımı ormanda gezindi gözlerim, sert kabuklu koyu renk ağaçlar ve yeşilin güzel tonlarını taşıyan yapraklar aklımı başımdan alıyordu. Orman beni hep cezbederdi. İlk hayatımın hiç unutamadığım dakikalarının geçtiği yer hep ormandı ne de olsa.
Düştüğü yerin de orman olması çok ironik bir durumdu. Ondan sonra çıkardıkları büyük yangında beraber kavrulmuştuk. Her anını hatırlıyordum yine, sıcak, daha fazla sıcak ve çok sıcak…
Boreas’a döndüm. Ve yeşil gözlerindeki garip hüzünlü ifadeden aynı anları düşündüğümüzü fark ettim. Düştüğü için üzgündü, ben de üzgündüm. Benim yüzümdendi ne de olsa. Ben olmasam olmayacaktı. Hala gökte olacaktı. Benim de üzerime bir hüzün çökerken yeşil gözlerini benim kahverengi gözlerime sabitledi.
“Sana acı çektirdiğim için üzgünüm Juno.” Dedi. Üzüldüğü şey yandığım mıydı yoksa? Hayır, buna üzülmemeliydi. Beraber olabildiğimiz tek anlar öldüğümüz anlardı. Bu da o anlardan biri miydi yoksa?
“Hayır,” dedim. “Üzülmemelisin.” Elimi yanağına koyarken gözlerinin içinde hapsoldum. Nefessiz kalmış gibi çıkan sesimle,
“Tek mutlu olduğum anlar öldüğüm anlar, ne komik değil mi?” dedim. Bana içimi acıtan bir ifadeyle bakıp eğildi. Tam dudaklarımız birleşecekken bir patlama sesi daha duyuldu arkamızda. İkimiz de geri çekilirken daha kontrollü ve sert bir sesle,
“Kemerini bağla.” Dedi. Emniyet kemerini tutarken bu sefer de önümüzde bir patlama oldu. Araba yana savrulurken Boreas ustalıkla direksiyon hâkimiyeti kurup bizi dengede tuttu. Keskin bir dönüşle uzaklaşırken ben donakalmıştım. Parmaklarım emniyet kemerinin üzerine kenetlenmişti. Boğumlarım bembeyaz kesilmiş, elim kaskatı duruyordu. Kendime gelip kemerimi bağladım.
Onlardan kaçamayacaktık. Bizi eninde sonunda patlatacaklardı. Kanat seslerini duyuyordum. O kadar çoktular ki! Bizi öldürmek için neden bu kadar hevesliydiler? O kadar büyük bir tehlike değildik. Belki de laneti sürdürmek istiyorlardı ama ben yorulmuştum. Onunla sadece birkaç saat geçirebileceğim bir ömürdense sonsuza kadar ölmeyi yeğliyordum. O zaman cennette veya cehennemde birbirimizin olacaktık.
Gözlerine baktığımda o ormandan daha yeşil gözlerinde duygularımın yansımasını gördüm. Birkaç kilometreyi çoktan arkamızda bırakmıştık. Vites kolundaki elini tuttum ve bana dönmesini sağladım. Yola bakmadan da mükemmel bir şekilde sürebilirdi arabayı. Gözleri benimkilerle buluştuğunda yanarken gördüğüm ifadeyi gördüm. Daha sonra birkaç ömür önce gemide karşılaşıp battığımız zaman boğulurken gördüğüm ifade göründü yüzünde. Sanki kendi nefes almamasını umursamıyormuş gibi bana bakıyordu. Çırpınmıyordu ve beni yukarıya havaya ulaştırmaya çalışıyordu. Bense ona yapışmıştım ölmek umrumda değildi sadece bunu kollarında yapacaktım. Son nefesim onun kolları arasında suya karışacaktı.
Gördüğüm anılardan sıyrılıp kurumuş ağzımda bir şeyler geveledikten sonra derin bir nefes alıp,
“İleride demir yolu var.” Dedim. Başını bir kez öne eğdi ve bana gülümsemesini saklamak isterken, “Emin misin?” dedi. Dudaklarımı dudaklarının üstüne örterken cevabı da vermiş oldum. Kanat sesleri her yerdeydi. Boreas’ın boynuna sardığım kolumu indirip koltuğuma yaslandım. Nefessiz kalan hücrelerim şikâyetçi değildi. Araba hızlanırken adrenalin beni vurdu ve bir kez daha terleyip üşüdüm. Bitecekti ve orada beraber olacaktık. Gerisi önemli değildi. Araba çakıllı yola geldiğinde Boreas tekrar bana baktı. Gözlerinde son bir kez kaybolurken iç çektim. Elini tutup sıktığımda yavaşça demiryoluna çıkmış olduk.
“Seni seviyorum.” Derken ben o da,
“Seviyorum seni.” Dedi. Son bir kez kahkaha atarken bana katıldı. Bu iyice uzamış maceramızın sonu olacaktı. Bar taburesinde oturduğum bir saat öncesine döndü zihnim. Onu nasıl tanıyamamıştım? Ama o tanımıştı. Ve iyi ki tanımıştı. Öne eğilip dudaklarımı dudaklarına yapıştırırken gözlerini zihnime iyice kazıdım. Derinliğini bilmediğim, yeşil bir okyanus gibi, vahşi ormanlar gibi, en güzel yakutlar gibi… Ve keyifle bana karşılık verirken trenin sesini duydum. Arka fonda kanat seslerini de… Bizi öldürmedikleri takdire döngü başa dönmeyecekti ama çok geçti. Geride kalmışlardı. Onları yenmiştik. Sonsuza kadar…
Ve sonra her şey ağır çekimde oldu. Tren tam önümüze çıkıp arabanın ön kısmını ezerken ruhumun süzüldüğünü hissettim. Eli elimdeydi hala iyi ki yoksa korkacaktım. Ve sonra gözlerimi kör eden ışığın geçmesiyle olanı anladım. Yenmiştik, onlar yenilmişti. Artık sonsuza kadar birlikteydik. Gözlerimi kapattım ve sessiz huzura kavuştum.
Ve gördüğüm son şey beyaz, parlak bir ışık oldu.