Okulun ilk günü benim için çok hoş geçmemişti aslında. Okul formasını giymek, herkese yüzümde sahte bir gülümsemeyle cevap vermek, çok mutlu ve normalmiş gibi davranmak beni yormuştu. Kalabalıktan nefret ederdim. Kendimi kimsesiz hissederdim çünkü. Derin bir nefes aldım ve kısacık bir dua ettim. Sonrasında da Ortak Salon’un kapısından başımı uzattım. Kimseler yoktu. Hiçbir profesöre yakalanmadan dışarı çıkmalıydım. Kısa koridoru geçip kayıkların zincirlendiği yerdeki küçük geçidi kullandım. Okulun bahçesinden koşarak geçtim ve kendimi ormana attım. Her zamanki gibi kendimi güvende hissetmemi sağladı. Ağaçların sertleşmiş ama yer yer yosunlar yüzünden yumuşacık yüzeylerine dokunarak oklarımı sakladığım büyük kayayı buldum. Ok sadağımı omzuma astım, yayımı elime alıp avcı kemerime iki tane kıvrımlı bıçak yerleştirdim. Sonrasında gölün olduğu daha iç kısımlara ilerlemeye başladım. Sessizce ortalığı kolaçan ederken küçük bir hışırtı duydum. Sesi duyduğum tarafa doğru kafamı çevirdim. Dolunay sayesinde kayalara gölgeler düşüyordu. Tahminen bir karacanın olan gölge yavaşça bana doğru yavaşça hareket ediyordu. Hemen ok sadağımdan bir oku, yayıma yerleştirdim. Yayımı gerdim ve ağaçların arasından seçebildiğim karaltıya doğru okumu saldım. Sert bir saplanma sesiyle eş zamanlı olarak bir haykırış duydum. Ve o an bir şeyi değil, birini vurduğumu anladım. Şok içinde sesin geldiği tarafa koştum. Yere serilmiş birini görünce yanına çömeldim ve okun omzuna saplanmış olduğunu gördüm.
"Yedi Cehennem! Özür dilerim! Sakın kıpırdama!" dedim. Çocuk şaşkınlıkla bana bakıyordu. Bense okun ucuna bakıyordum. Diğer taraftan çıkmıştı ve ucu kancalılardandı. Çocuğun yüzüne bakınca yüzünün bembeyaz olduğunu fark ettim. "Bu biraz acıtabilir." dedim ve yaptığım aptallık yüzünden kendime kızdım.