Hogwarts'da mükemmel bir gündü. Hava güneşliydi ve ben her zamanki gibi çok neşeliydim. Bu güzel havada yürüyüş yapmak çok güzel olurdu. Pho'yu da alıp göl kenarında yürüyüş yapmaya karar verdim Hem de şu düğün ile ilgili bir iki şeyi konuşacaktık.
Pho'nun odasına geldim ve "Ben geldiiim!" diye bağırarak kapıyı açtım. İlginç, odada kimse yoktu. İn cin top oynuyordu. Cam da açıktı. Bir rüzgar esse tüm kağıtları darmadağın olacaktı. Pencereye doğru yavaşça yaklaştım ve camı yavaşça kapattım. Daha sonra, masasının üzerine düzenlemeye başlamıştım ki gözüme bir kağıt ilişti. Elime aldım ve okumaya başladım.
'Gidiyorum.
İnan nedenini ben bile bilmiyorum fakat gitmeliyim.
Seni seviyorum'
Bu da ne demek oluyordu? Bu Pho'nun yazısı değildi. Kesinlikle onun değildi. Onun değilse kimindi ve Pho hangi cehennemdeydi? Kesinlikle Weaf'den geliyordu bu... ya Pho, o neredeydi? Endişelenmeye başlıyordum. Kafamda milyarlarca soru işareti oluşmuştu.
Koltuğa oturdum ve gözlerimi kapttım. Yalnızca Pho'yu düşünüyordum ve aklıma ilk gelen yere cisimlendim. O an bir şey olduysa dayanamazdım... Gözlerimi açtığımda Vişne Bahçesi'ndeydim. Etrafıma bakındım ve "Phoooo!" diye bağırdım. Hiç ses yoktu. Yalnızca bir iki kuş cıvıltısı ve yaprak sesleri. Biraz da rüzgar...
Yavaş yavaş yürümeye başladım. Neredeyse tüm bahçeyi altüst etmeme rağmen onu bulamamıştım. Acaba hislerimde yanılmış mıydım?
Bir yerden usulca akan bir ırmağın sesini duydum ve o sese doğru yürümeye başladım. Yürdükçe ırmağı daha rahat görebiliyordum. En son gördüğüm ırmağın kenarına uzanmış bir silüetti. Çok tanıdıktı. Tanrım, bu Pho'ydu. "Phoooooo!" diye bağırdım ama hiçbir tepki yoktu.
Ayağımdaki aptal topukluları çıkardım ve ona doğru koşmaya başladım. Yanına gittiğim anda kendimi yere attım ve ona usul usul tokat atmaya başladım. Belli ki, kendinden geçmişti....