Hareketli başlayan gün hiçbir tek düzelik göstermeden devam ediyordu. Bunu durdurmak ya da değiştirmek Martius’un elinde değildi. Gerçi bunu değiştirecek yetkisi olsa da yapacağını sanmıyordu. Bu tempoyu çoğu öğrencinin aksine seviyordu. Bomboş geçen günleri nasıl değerlendireceği konusunda pek bir fikri yoktu. Belki de bu yüzden seviyordu bu durumu. O günün nasıl başladığını bile bilmiyordu genç büyücü. Bütün gece oldukça garip rüyalar görmüştü. Hatta bir rüyayı uyanıkken gördüğünü bile düşünüyordu. Gözlerinin yarı açık olduğundan emindi, tıpkı yunuslar gibiydi. Tek gözü açık uyumuştu işte ama neden olduğunu bilmiyordu. Normalde hafif bir uykuya sahip olduğu doğruydu ama daha önceden hiç uyurken uyanık olduğu hissine kapılmamıştı. Dalgınlıkla hafif terlemiş ellerini pantolonuna sürttü. O günkü ders programına göz gezdirdi. Küçük mavi kâğıtta Muggle Bilimleri dersine girmesi gerektiği yazıyordu. Çantasını tek omzuna asmış vaziyette koridorda yürürken Nathan’ın seslendiğini duydu. Bu çocuktan kaçış yoktu. Keskin bir zekâsı vardı, evet ama o zekâyı normal bir insanın kullandığı şekilde asla kullanamayacaktı. Boynunun tutulmuş olduğunu hatırladığından dolayı, yavaşça arkasını döndü. O gün, başka biri daha ona seslendiğinde ani bir dönüşle ağrısını ikiye katlamıştı. Bunun için en küçük kıpırdatışında büyük bir ızdırap çekiyordu. Boynuna sardığı ince bir atkı bütün hareketlerini engelleyemiyordu. Bundan dolayı arada sırada küçük iniltiler çıkardığı da oluyordu. “Hey Nathan, ne haber?” Söylediği şeyler ne kadar inandırıcıydı, bilmiyordu. Zaten bunu ne o, ne de Nathan önemsiyordu. Yanakları kızarmış, soluk alış verişi hızlanmış bir halde geldi genç büyücünün yanına. Peşinden koşmuş olduğu belliydi. ‘Keşke daha önce çıksaydım ya da koşarak gitseydim sınıfa.’ diye düşündü. “Tanrı aşkına Martius, ne kadar hızlı yürüyorsun öyle! Beraber gidelim diyecektim. Nasıl olsa aynı yere gidiyoruz.” Nefesini toplar toplamaz sıralamıştı bunları. Genç büyücü eli mahkûm kabul edecekti ve büyük ihtimalle sınıfa kadar Nathan’ın ergen esprileri ile kafası şişecekti.
Ahşap dersliğin içerisi, genç büyücünün beklediğinden daha boştu. Topu topu iki öğrenci gelmişti. Belki de dışarıda kar fırtınası olmasından dolayı öğrenciler gecikiyorlardı. Hava, genç büyücüye göre çok da kötü sayılmazdı. Karlı havaları seviyordu, okul döneminde ona göre en eğlenceli zaman kar yağdığı zamandı. Acımasızca atılan kartopları, ağzına ve burnuna dolan pamuksu yumuşaklığa sahip kar. İşleri kötüleştiren tek şey fırtınanın bastırmasıydı. Bu, karları sert buz kütlelerine çeviriyor ve işin eğlencesini bozuyordu. Yine de yollarda kayıp düşen öğrenciler ve hatta profesörler, Slytherin öğrencilerinin ilgisini çekiyordu anlaşılan. Daha hiç düşmediği için kendini şanslı sayıyordu. Ahşap sınıfta kendine düzgün bir yer seçti ve oraya yöneldi. Kendisinden sonra sınıfa girenlere inceleyici bir bakış atmaktan kendini alamıyordu. Cübbelerinin içindeki kravata bakmadan, bazıları hangi binalardan olduklarını açıkça belli ediyordu. Etrafındakilere küçük birer cisimmiş gibi bakanlar, ellerinde kalın kalın kitaplar taşıyanlar ve diğerleri… Öğrencilerin hemen ardından sınıfa, profesör girdi. Gelenlerin birkaçı –ki bunların çoğunluğu erkekti- birbirlerine kâğıttan şekiller yapıp, fırlatıyorlardı. Profesör sınıfa gelir gelmez tüm kâğıtlar ruhlarını kaybetmiş bedenler gibi yere düşmüştü. Profesör Percusis genç görünüşüyle örtüşen hobilere ya da zevklere sahip gibi görünüyordu. Adamın bu duruşu hoşuna gidiyordu genç büyücünün. Profesör normalde görüldüğünden daha yorgun gibiydi. Güne iyi başlamamış olduğu belliydi. Belki de Martius gibi o da, iyi bir gece geçirememişti. Gerçi bu genç büyücüyü, o kadar da ilgilendirmiyordu. Gözlerini sınıfın içerisindeki öğrencilerde dolaştırırken, profesör ders hakkında kısa bilgiler vermeye başlamıştı. Muggle'lar hakkında bilgiler veriyordu. Ama zaten onların ne olduğunu bilmeyen büyücü olmazdı ki. Büyü yapamayan kişiler demekti. Biraz da şanssız olan kesimdi yani. Ama profesörün dedikleri tam tersini söylüyor gibiydi. Büyücülerin, Mugglelar kadar çalışmadıklarını söylüyordu. Aslında haksız da sayılmazdı. Onlar asalarının bir hareketiyle odalarını toplar, evi temizler ve beklemeksizin bir yerlere gidebilirlerdi. Mugglelar ise taşıma araçları kullanmak zorundalardı mesela. Ama Martius'u profesörün dediklerinden çok, kırmızı çantasından çıkardığı maket etkilemişti. Anladığına göre Muggle maketiydi. Sıradan bir oyuncaktan çok da farklı sayılmazdı yani. Asıl bir büyücü oyuncağı nasıl olur diye düşündü genç. Oradan oraya cisimlenen, bir şeyleri yakıp parçalayan ve muhtemelen sahibine sinir krizleri geçirten bir oyuncak... Bu düşünce Martius'un yüzünde aptal bir sırıtış belirmesine sebep oldu. Öne eğilip, gözlerini maketin üzerinde gezdirdi. Maket de, büyücünün bakışlarını hissetmiş olacak ki o yöne bakmaya başlamıştı. Martius gördükleri karşısında şaşırmasını engelleyemedi. Gerçekten bakışları bile bir Muggle'ı anımsatır türdendi. Mahzundu çünkü. Belki de o çanta içerisinde kalmaktan hiç hoşlanmıyordu. Bu düşünce Martius'un kafasını, profesöre çevirmesine sebep oldu. Dersin bittiğini uzaktan dinliyormuş gibi duydu genç büyücü. Kitabını eline alıp sınıftan çıkarken, dönüp makete bir kez daha baktı. Ama etrafı diğer öğrenciler ile sarılı olduğundan göremedi.